Sunday, April 21, 2024

Kuzey Sessizliğinin Melankolik Zaferi

 


2023 Nobel Edebiyat Ödülü'nü Norveçli yazar/ şair Jon Fosse kazandı.
Nobel'i hala önemli bir ödül kılan birkaç farklı unsurdan en belirgini 100 yılı aşkın tarihinde Churchill ya da Claude Simon gibi birkaç hatanın (bence) haricinde, ödülün gerçekten kendi otonomisini koruyan, kendi dilini kurabilmiş, ama edebiyatın tarihiyle de ilişkili isimlere verilmesi.
Bir gelenekten beslenirken, yeni bir şey söyleyebilmek, edebiyat kanonunu sürdürmekten öte genişletmek, demokratikleştirmek ve belki de bu yolla insanlığı bütünüyle kapsamaya çalışan, dışlayıcı olmayan bir üst anlatının tarih içinde devamını sağlamak, ilerici bir eylem.
Komite bu motivden dolayı 70li yıllarda Avrupa merkezcilik eleştirisini ciddiye aldı ve Yaşar Kemal, Said Akhl, Jose Garcia Villa gibi isimler ciddi birer aday haline geldi, bu motivden dolayı erkek, batılı ve "iyi eğitimli" olmayanlar da ödül alabildi ve bu motivden dolayı sadece politik bir angajmanın doğrulayabileceği isimler değil, ödülün geleneksel çerçevesinin dışında kalan edebi ifade türleri de ödüllendirildi (Bob Dylan). Ve malesef bu yüzden Nobel'i gerçekten hakettiği halde Philip Roth gibi bir kalem demode kaldığı gerekçesiyle alamadı, ya da Jonathan Franzen beyaz, erkek ve Amerikalı olduğu için alamıyor...
Jon Fosse bu ilerici motivin devam ettiğini gösteren bir isim. Roman ve oyun yazarı ve şair. Türkçe'ye sanırım sadece bir kitabı çevrildi ama adı aklımda yok. Kitaplarında Bloom'un "Kaos Çağı" diye adlandırdığı 20 yy edebiyatının temel temalarını işliyor: Kendini var etmeye çalışan birey, iç / dış alan çatışması, bütün anlamların lağvedildiği bir dünyada nesnelere, olgulara, insanlara yeni anlamlar yüklemekle bu anlamsızlığı benimsemek arasında bir kararsızlık.
Ama bir yandan da ödül komitesinin tek şart olarak gördüğü (fakat ne anlama geldiğini tarif etmeyerek esnek kalabildiği) idealist bakışa sahip olma niteliğini de taşıyor: Evet, Fosse'nin romanlarında karakterlerin yüksek hedefleri yoktur. Onları çağıran aydınlık bir geleceğe, devrim, özgürlük, aşk, zenginlik vs... doğru yürümezler.
Ama o dağınık ilerleyişin içinde insanın tıpkı konuşmayı bilmediği zamanlardan kalma güdüleri içinde taşıması gibi vahşi, yontulmamış bir refleksle özgür olamamanın, kendileri olamamanın, onları çevreleyen bütün modern / postmodern zamanlarla çevrili olmanın sancısını taşırlar. Bu sancı karakterleri de Fosse'nin kalemini de aşırılığa yönlendirir. Kimi zaman aşırı bir yalınlık, dinginlik, dünyayı yadsıma hali. Kimi zaman da hayatın, toplumun, iktidar ve mikro ilişkilerinin tam ortasında, o ilişkilerin içinde sıkışmış, neredeyse o hiyerarşinin kendisi dışında yaşamı kalmamış bir durumda varolma biçimi.
Derinleşme ve sahicilik iddiası taşıyan ama seks, satirizm, ya da siyasal radikalizmden başka bir şey sunamayan (dolasıyla onları da hakkını vererek sunamayan) basmakalıp edebiyatların aksine insanın içinde olduğu bütün dengelere karşı çok tutarlı ve sert bir itirazdır bu. Edebiyatı siyasal bir söylemin, ya da yazarın / şairin egosu içinde eritmeyen, aksine edebiyattan doğan bir itirazı devletlerin, sermayenin, kabul görmüş "insan fikrinin" temeline dinamit gibi koyacak kadar radikal bir eylemdir.
Bu da anlattığı her karakteri ayrı bir ülke haline getirir. Yazar, bir manzaraya bakar gibi bir insana bakmamıza imkan vererek okura insan olmanın özüne ve o özün tarihin bu döneminden geçerken aldığı biçimlere bakma şansı verir (ki zaten edebiyat da başka nedir?)
Merak edenlere ilk olarak Wakefulness isimli novellasına bakmalarını, ardından da denemelerini (ki onlarda da kurgu karakterler var) ve şiirlerini bir arada okumalarını öneririm. İmgeci bir şair değil, dolayısıyla çevirilerinde sıkıntı yok ve konuşmakla düşünmek arasında gidip gelen sesi güzel.
Bir yerlerde uysallaşamayan bir edebiyatın da sevildiğini görmek mutlu ediyor. Dünyanın püskürttüğü bir adamın dünyanın gözü önünde ödül alacak olması, onun için değil dünya için bir kazanç.
Edit: Yazdıktan sonra öğrendim, üç kitabı Türkçeye çevrilmiş: Üçleme, Melankoli (orijinali iki ciltliktir ama sanırım Türkçede tek kitap olarak basılmış) ve Sabahtan Akşama. Üçü de Monokl yayınları tarafından. Çevirmenleri kim bilmiyorum, ama özenli bir yayınevidir.

Monday, December 17, 2018

Şiir Okumaları #1 - Tomas Tranströmer, İstasyon

Şair yaklaşmakta olan öznenin, trenin dışında, onun varacağı noktada tek başına. Durduğu noktanın bir istasyon oluşundan onun da oraya bir başka özne tarafından bırakılmış olduğu, aslında saatin kendi ekseninde dönüşü gibi tekrarı kaçınılmaz bir anı deneyimlediği düşünülebilir. Belki anlatmakta/ yaşamakta olduğu anın yalınlığından dolayı beklentisiz ama yalnız kalmayacağından da emin. Tren varacak ve tıpkı onun gibi o noktadan geçmekte olan yolcuları orada bırakıp uzaklaşacak. Böylece şairin rotası da bir tek ona ait bir rota olarak kalmayacak artık. Deneyimlediği ne varsa kendi deneyimi olmaktan sıyrılıp çoğullaşacak, böylece şair de yalnızlığından sıyrılabilecek.

Ama "hiçbir kapı açılmadı; ne inen var, ne binen." Yalınlığından dolayı kendisinden beklentisiz olduğu an, onu yanlışlıyor, trenden kimse inmiyor. Sadece kımıldamayan pencerelerden dışarı bakan bir kalabalık; onun onlara baktığı kesinken, kendisine bakan var mı da belirsiz. Şüphesi bir bakışmaya bile dönüşmüyor. Şimdi bir kere daha yalnız, hem istasyonda, hem deneyiminde. Onun gibi trenin dışında olan tek kişi (muhtemelen bir kondüktör) beklentisinin değil olayların akışını yani trenin gidişini tekerleklere vurarak garantiye aldığı için o da onunla aynı anı paylaşıyor sayılmaz.

İnsanlar trenden inmiyor, istasyondaki sessizlik dağılmıyor. Sadece yalnız olduğunu ve olacağını ona hatırlatan demir bir çınlama. "Yalnızca burada!" Onun durduğu yerde. Dışarıdaki dünya bile o an istasyondan ve onun yaşadığından kopmuş, kimse duymuyor yalnızlığının altını çizen demir çınlamayı. Ve ses büyüyor. Ses büyüyüp uzağında kaldığı ne varsa oraya önce her şeyin yolcuların ve trenin ve şairin ve dünyanın altında durduğu gök yüzüne, sonra onları içine alan mahallenin taşlarını havaya kaldıran bir başka sese bir katedral çanının sesine ve sonra da dünyanın tümüne yayılıyor. 

Tren geçiyor ses durduğunda. Artık tüm dünya bir istasyon, artık şair tüm dünyada yalnız. Sadece biliyor ve diliyor herkesin bu anı hatırlamasını. "Devam edin!" gidin, zaten aranızda olmayanı yalnız bırakıp o istasyonda, sadece hatırlayın bir tek o değil, hepimiz bir ara, bir arada yalnızdık orada.

Wednesday, December 12, 2018

Kış Yolculuğu


Yolların kısa olduğu bir ülkede kış da pek bir yere çıkmıyor. Ya soğuk bir sabah, ya gökte fazladan bir kaç bulut, o kadar. Winterreise, yani kış yolculuğu romanları benim roman türü içinde en sevdiğim bir kaç alt türden biri. Adının çağrıştırdığı gibi konusunun doğrudan kışın yapılan bir yolculuk olduğunu düşünmek biraz kolaycılığa kaçabilir. Tema olarak kış yolculuğu romanları yaşamla mücadeleyi, yabancılaşmayı, hayatı onun dışında kalarak, izleyerek  de deneyimlemeyi, yalnızlığı en net anlatan romanlar. Üşüyen bir ağacın değil, ama ağaçtan kopan yaprağın aklıyla yazıldıkları söylenebilir; bir rüzgarın yörüngesinde savruk, kökünden uzak / köksüz, hayatın neresine doğru savrulduğunu belki ancak bir sezgiyle bilenlerin romanları.

Kendi kışlarımı düşünüyorum; uzak bir ülkedeki uzun, yıkıcı olanları. Çocukluğumun sonsuzluğa doğru uzayan gecelerini, bitmeyen bir yazın içinden geçermiş gibi yaşadığım ilk gençliğimde belli belirsiz bana yaşamın başka, daha soğuk bir yüzü olduğunu da hissettiren mevsimi. Elimin altındaki romanların bir tür yaşama bilgisi sunduğunun farkında değildim. Hayatın içine doğru yürümek istediğimde yanıma aldığım daha çok şiir kitaplarıydı. Şimdi ise geriye dönüp baktığımda soğuğun tıpkı bir romandaki konu örgüsü gibi herkesi, her şeyi birbirine bağladığını seziyorum. 

Kış sessiz bir anlaşma gibi sokaktaki uluyan hayvanların sesi ile havada buharlaşan nefesim arasında bir ortaklık kuruyor, yoldaki pus uzaklara ve yabancılığa alışkın, meftun olan benliğimi bir kere daha yola çıkması için tahrik ediyor ve ben üşüyen ellerimi hayattaki tüm varlığımla birlikte ceplerimde saklıyorum. Evet, edebiyatla kış arasındaki benzerlik bu: İkisinde de insan karşı koyamayacağı bir etki gizli. Birinde bir ağacın dallarını titretirken onu izleyenin saçlarını okşayan sessiz bir rüzgar, diğerinde bir sayfada ilerlerken okuyanın içine doğru ilerleyen bir insanlık durumu.  Dokunulmadık, işlenmedik köşelerinde yaşamın kendinden daha büyük olduğunu algılayan insan. Yaşamadığı bir hikayenin cümlesindeki bir özne, uzamadığı bir dalın ucundaki yaprak kesiği. 

Ama  yolların kısa olduğu bir ülkede kış da pek bir yere çıkmıyor. Tanıdık yüzler, bildik yollar, eski bir ürpertinin ziyareti. Öyle olunca da edebiyat varlığın yükünü tek başına -bir kez daha- üstleniyor. Kitaplardan kurulu haritalar, cümlelerle çizili rotalar. Soğuğun hakkını vermenin tek çaresi oluyor sayfalarda bir ürpertiyi aramak. Arayış yolculuk, arayan yolcu oluyor.  Karanlık çöktüğünde sayfalar ağarmaya başlıyor ve nefesim sayfanın diğer yamacındaki bir ülkede buharlaşıp uçuyor uzak ülkenin üzerinden

Saturday, December 8, 2018

Gogol'ün Burnu, Gerçeğin Dışı


"Ama en çok şaştığım, en çok akıl erdiremediğim başka bir nokta da, yazarların bu türlü konuları alıp işlemeye kalkmaları. İnanın bana, bu açıklanamaz. Akıl erdiremiyorum. Önce, ülkenin bundan hiçbir yararı yok; sonra… Yararı gene yok. Ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum… Ama ne derseniz deyin, bazı noktalar… Öyle ya, hangi işin bir şaşırtıcı yönü yok! Gene de insan, biraz düşününce bu öyküde bir şeyler bulmuyor mu? Ne derlerse desinler, yeryüzünde bu türlü olaylar oluyor; binde bir, ama oluyor!.."

Yukarıdaki alıntı Gogol'ün binde bir değil, milyonda bir dahi gerçekleşemeyecek gerçeküstü (dışı?) bir olayı anlattığı Burun adlı öyküsünden. Çoğunlukla Gogol'ün kendisini Gogol yapan Hristiyanlık öncesi dönemine ait en karakteristik ve başarılı öyküsü olarak değerlendirilen öykü bu sözlerle bitiyor. "Önce, ülkenin bundan (yazarların gerçekleşmeyecek bir konuyu işlemesinden -B.U.) hiçbir yararı yok" cümlesinde katı, ağır bir ironi mi gizli, yoksa Gogol yaptığı işin faydasızlığına rağmen bu işi yapmaya devam edeceğini mi ilan ediyor, bugün hala belirsiz ve tartışma konusu. 

Kendi adıma önce tüm öykülerinde kendini sinik bir yıkıcılıkla içinde bulunduğu devasa toplumun, Rus toplumunun tüm sosyal, idari yapısını alaya alan ardından da yıktığı tabuların yerine bir şey koyamayınca biçare bir adanmışlık duygusuyla kendini dine adayan bu büyük yazarın hiç bir şeyi sırf haz duyuyor diye keyfi bir şekilde yaptığına inanmıyorum. 

Bunun akıl yürütmeyle, denklemlerle açıklanabilecek yanları da var ama benim öncelikli nedenim öykünün bende yarattığı sarsıntının kendisi. Gene de bir sanat eserine kendini açarken bir buluşma yaşamayan, bu yüzden de kendi aklını ve aklının sınırlarını bir köşeye çıkarıp koyamayan kişileri tatmin etmek için önce aklın bu yürüyüşünü aradan çıkartıyorum:

Günlük yaşam belirli bir simgeler düzeni barındırır. Her simge belli bir neden sonuç ilişkisi nedeniyle meydana gelse bile, belli bir süreden fazla güncelliğini korumuş simgeler kullanıldıkça anlam aşınmasına uğrar ve yeni anlamlara bürünür. Simgeyle birlikte simgeyi içinde barındıran simgeler sistemi de aynı dönüşüme uğradığı için sistemin hiyerarşik yapısında, ya da işleyiş biçiminde aynı aşınmaya rastlanmaz. Örneğin ben, Lefkoşa'da yaşayan bir Kıbrıslı olarak Mağusa'daki bir kültür sanat etkinliği için oradaki bir kiliseyi ziyaret edecek olmamı yadırgamam. Çünkü alıştığım simgeler düzeninde kilise sadece ibadet edilen bir yer değil, aynı zamanda göç etmek zorunda bırakılan insanlardan geriye kalan ve çoğunlukla kültür sanat lokali olarak kullanılan bir mekandır. Bu nedenle aklıma ya etkinliğe çan sesi karışırsa, ya da orada ibadet edenlerle etkinliğe katılanlar  keşmekeş  yaşarsa gibi bir soru gelmez. 

Aynı şekilde gerçeküstücü bir sanat eseri de kendi simgeler düzeninin kendi içinde barındırır. Ama unutulmaması gereken en net nokta eserin simgeler düzeninin gerçek hayatın bir alegorisi olduğu, onun günlük yaşamdaki sarsılmaz yapısını bozarak  yeni kavrayış biçimlerine giden yolu araladığıdır. Bu nedenle eşeğin Hristiyanlık'ya kutsal bir yeri olduğunu, piyanonun da dadacı simgelerden biri olduğunu bilen biri Luis Bunuel'in Un Chien Andalou'sunu izlerken aslında izlemekte olduğu şeyin bir din eleştirisi olduğunu algılayıp hem sanatsal bir haz duyabilir, hem de eleştirilmez görünen din kurumunu eleştirerek yeni bir düşünceye zihninde yer açabilir. Aynı simgenin daha sonra bir Chagall resminde, bir Beckett kitabında görünmesi de zihnindeki bu yeni simgeler düzeninin haritasının gündelik hayatındakine eş bir genişlikte yer almasını sağlar. 

Bu yüzden  içinde gerçekten bir anlamı barındıran sürrealist resim, edebiyat, sinema eserleri ancak hem sanatçının, hem de eseri tüketenin günlük hayatın simgelerine gerçekten vakıf olduğu eserlerdir denilebilir. Aksi sadece kulağa işitsel, göze görsel olarak hoş gelen bir takım sayıklamaları not etmekten ibaret olabilir ki bunun da kendi içinde bir güzelliği değeri olabilir ama bunu gerçekleştiren eser sahibinin gerçeğin yeni bir yorumuna sahip olduğu iddiası fazlasıyla boş ve gülünç kalır.

Gogol'a dönersek; Burun öyküsü gerçeküstü bir üslupla yazılmış ve bu nedenle de alabildiğine gerçekçi bir öykü. Sadece gerçek simgeler sisteminin fotoğrafını çekmekle kalmıyor, orada ufak bir neşter darbesiyle yeni bir hiyerarşi yaratıyor. Sadece bir vücut uzvunu yerinden ederek insanın tüm gerçeklikle olan ilişkisinin yerle bir olmasına neden oluyor. Gerçeğe böyle bir müdahale salt içi boş bir mizahla açıklanabilir mi? Ben bu öyküyü ilk okuduğumda başımı kitaptan kaldırınca burnumu hala orada olup olmadığını görmek için yoklamış ardından da yerinde olduğunu görünce çevremdeki dünyanın hala yerinde olup olmadığını kontrol etmek için çevreme bakmıştım. Bana bu baş dönmesini yaşatan metin sadece bir kalem oyunu muydu?

Dünya'nın evet alışıldık bir görünüşü var doğru, ancak ona alışamayanlar ve başka şekillerde görenler de var. Onlar olduğu sürece başını kitaptan kaldırınca dünyanın yerinde durup durmadığını kontrol edenler de olacak, gerçeğin gerçeğin dışına uzanan ucuna tutunup başka bir yere savrulanlar da. Kopup dışına savruldukça,  uzaklaşıp yalnızlaştıkça anlaşılıyor dünya

P.S: Gogol'ün öyküsünün tamamını okumak isteyenler "buraya" bakabilir.

Wednesday, December 5, 2018

Peter Laugesen - Şiirin Çağırdığı Yer

Bugünlerde Danimarkalı şair Peter Laugesen'in seçme şiirleri elimin altında, baş ucumda, yanı başımda. Nedenini ben de bilmiyorum, sadece tahminlerim var. Belki benimki gibi, düz çizgide değil, sarmal, köşeli, kendi içinde dallanıp budaklanan bir hikayesi olan hayatların, insanı eninde sonunda tek bir sesi olmayan, doğru yerde durmak yerine şiirin ve var olmanın biçimleri arasında oradan oraya savrulan ama doğru biçimde savrulan şairlere muhtaç kılmasındandır. Laugesen bir dada şairi. Ama aynı zamanda haiku yazarı. Aynı zamanda sembolist. Aynı zamanda anlatımcı. Laugesen sadece şiirden ibaret bir adam. Kopenhag doğumlu ama doğadan başka bir şeye tahammül edemediği için ailesiyle birlikte onyıllar boyunca Danimarka'da bir dağ ormanın yamacındaki ufak bir kasabaya kendini kapatan bir modern zaman keşişi. Kelimeler bir şekilde onu daha küçüklüğünde yakalamış. Henüz bir şair olduğunun farkında olmadan sürekli yazı yazdığı için uzun süre gazeteci olacağını sanmış. Ardından beat kuşağıyla tanışma ve kendi deyimiyle "explosion." Şiirlerin yapısındaki jazz ritmi, sözcüklerin ifade gücü kendisini vurmuş ve ilk şiirlerini bu dilde yazmaya başlamış. Ardından dadacılarla tanışma ve sözlerin sessel olanaklarına yaslanmak, bir nevi müziksel bir şiire sıçrama, ya da şiiri müzikleştirme deneyimi. Eli biraz olsun kalem tutmuş olanlar bir insanın yazdıkları aracılığıyla böyle farklı ifade biçimlerine savrulmasının bir insanın yaşadığı kenti, siyasal görüşünü, işini, sevgilisini değiştirmesinden daha yoğun bir değişim olacağını Laugesen'in biçimler arasında savrulurken aslında farklı farklı hayatları deneyimlediğini anlayacaktır. 

                                

Durum buyken ben Laugesen şiiri okumanın, sadece şiirlerin kendi görsel içerikleri yüzünden değil, şiirinin macerasından dolayı bir hikayeyi "izleme" neredeyse filmleştirme hazzı yaşattığını da ileri sürebilirim. Gördüğü dünyayı resmetmek yerine tuvalin içindeki çizginin kendi macerasını resmeden, yani sanatsal alanı içindeki devinimleri anlatıcılığını üstlenerek bütün dünyaya sırt çeviren ama bu sayede / bundan dolayı da kendisi bir başka yeni bir dünya olan ressamlar gibi Peter Laugesen de bir ucu haikulara, bir ucu beatlere bir uçu sadece kendine, hatta kendisinin bile isimlendiremediği gölgede kalmış muğlak yanlarına uzanan derin bir şiir kuruyor, amacı bir şiir kurmak olmadan. Amacı bir şiir kurmak değil çünkü ortada bir çalışma değil, bir durum var. Sayfada dünyanın tek renkliliğine, matlığına tahammül edemeyen bir insan var ve tahammülsüzlüğü onu alıp dünya şiirinin içinde oradan oraya savuruyor. Kimi zaman sadece bir sayfaya gelişigüzel saçılmış Latin harfleri, kimi zaman bir sone, kimi zaman da ağdalı bir anlatı çıkıyor ortaya. Bütün bunlar var olma eyleminin ağırlığını taşıyamayan birisiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bize. Okur olarak o ağırlığa ortak olduğumuz noktada, yani elimizi taşın altına koyup, geri çekilip şairin kaçtığı dünya haline uzaklaştığımızda ise kendi varlığımız da aynı savrulmayı yaşayıp şiirin serüvenine ortak oluyor. 

                                                                      *

Kendi okurluk serüvenimin başlangıcı aşağı yukarı adımı öğrendiğim yıllara denk gelir. Bugüne kadar da tuhaf bir şekilde hayatımın tam aksine kendi içinde tutarlı oldu ve geçtiği merhale ne olursa olsun anlamlı bir yerden geçti (bu da sanırım en anlam verdiğim başarım). Bugün ise dünyayla aramdaki mesafeyi açarken Laugesen gibi tutarsızlığı içinde tutarlı olan birini okumanın ağzımda bıraktığı buruk tadı geçtiğim tüm yolların, tanıdığım tüm insanların, yaşadığım tüm yaşamların ortak tadına benzettiğimi, bana benliğimin ayrı ayrı duran parçalarından yaptığı bir resmi gösterdiğini söyleyebilirim. Hatta belki de beni, ben artık olmaz derken yeni bir şiirin içine doğru yavaş yavaş bıraktığını da.   



Monday, December 3, 2018

Loş


Tenini yakan denizin tuzu mu, zamanın akışı mı bilemedi. Yürürken bedeninde kendi varlığından başka bir şeyler daha taşıyordu. Ne olduklarını bilmeden.  Aniden yükselen bir dalga belinin üstüne kadar vurdu, geri çekilmekte biraz tereddüt etti. Ya da zaman giderek daha yavaş geçiyor, duraksıyordu. Ölümsüzlüğe doğru bir nefes. Deniz kokulu. Dalgalı. Uzak. Engin.  Denizin öte ucunda, çok uzak bir sahilde bir başkasının suya doğru yürüyüp yürümediğini merak etti. 

*

Deniz düşünde adamın kendini rüzgara bırakıp içine yuvarlandığını gördü. Derinlerinde yükselen su bitkileri çiçek açtılar. Çiçeklerden biri ağzını bir yatak gibi açtı. Adam varlığında taşıdığı ne varsa onların ağırlığıyla süzüldü aşağı doğru. Derinde dalga yoktu. Nefes de. Sadece loş bir ışık. Çiçeğin ağzına doğru süzüldü, açık olan yapraklardan birinin üstüne boylu boyunca yattı. Diğer yaprak yavaşça üzerine doğru kapandı. Deniz uyandığı zaman düş uzak bir sahilde ona doğru yürüyen bir başkasının aklında devam ediyordu. Dalgalar onu alıp ufka doğru taşıdı.


*

Yumduğu gözlerini açtığında hala aynı kalabalığın içindeydiler. Bıkkınlıkla yanındakine gülümsedi, 'gitmek istiyorum' dedi, 'uzağa gitmek.'

Friday, November 30, 2018

Kışa Doğru Son


Kışa doğru son geçitten geçerken susup içinden geçtiğim zamanı da işitmeye çabaladım. Uysal bir yağmur, ya da ulusu olmayan bir şair gibi sessiz, ağır, dolu dolu aktı zaman. Halbuki ortada ne bir şiir, ne de  uysal olan bir şey, vardı. Sadece yersizlik, köksüzlük, zamansızlık. 

Geriye döndüğüm, ileriye gittiğim, yerimde saydığım tüm noktaları bir bir durdukları yerden çekip toplayarak çizdiğim çizgiye bir de renk verdim. Görenler günleri geçiriyorum sandı. Benim de elbet tarif edilebilir yaşamlarım vardı İşler, güçler, verilen sözler, gündelik uğraşlar. Ama hiç biri umurumda değildi. Ben anlamların sözcüklerini soyunduğu yerde bir şey saklıyordum. Biliyordum.

İnsanların arasına karışınca onlara onların sesleriyle bir şeyler söyledim. Nezaketle gülümsedim. Faturaları ödedim, gazetelere göz attım, mesajlarına cevap verdim. Ama içimde uzağa doğru koşan siyah  bir atın adımlarıyla uzaklaşan bir şey... "Havalardandır" demiştim, inanmıştın. 

Sonra sayfalar birikmeye başladı. Kirli, gürültülü, sisli, puslu, kusurlu. Dışarıda bir içimiz olduğunun hiç farkında olmadan, olsa çok korkacak insanların yaşamlarıyla çevriliyken kendime nasıl olduysa gizli bir bahçe kurabildim. Geceleri daha kolaydı çünkü geceler yaşama aitti, yaşayanlara değil. Yabani bir kuş bir şarkı söylüyordu, tüm insanlık susuyordu. Bir tek ben işittim, utandım. Başımı sadece benim için anlamlı, sadece benim için açık, sadece benim için gerçek olan, ama anlamlı, açık ve gerçek olan o suyun geldiği yöne doğru çevirdim, çünkü insanların cümlelerinin grameri bile sarsılmıştı içimdeki insanlık sarsılırken. Ben haber bültenlerini değil gece kuşlarını dinledim.

Kendimi kendimi gizlediğim yerde kaybettim.


Friday, November 23, 2018

Rastlantılar


M.'ye

"Görüşmek istiyor ama buluşamazsın."

Sabaha geceden hiçbir şey kalmasın istiyordum ama bıraktığımız iz benden ve silebileceğimden büyüktü. Pencereden görünen Maritime Records'un vitrininde paramın ya da zamanımın sahip olmama izin vermediği 7inçlik plaklara bakarken benim olmayan her şeyden bir şarkı yapıp mırıldanmayı denedim, nefesim yetmedi. Sahilleri, balıkçı kasabalarını ve kış sabahlarını mırıldanırken sustum.

"Korumaya karar verdin onu, yarı okunmuş bir şiir kitabının içinde."

Hava her zamanki gibi yağmurlu, Croydon'dan geçip sahile varan yol her zamanki gibi kısa ama yağmur bu kez tanımadığım bir renkteydi. Tadına bakmayı denemedim, kekliğin ötüşünü dinlemek yetiyordu. Şişenin dibini gördüğümüz sırada yeni bir şiir kitabı açmışım. Fotoğraflamasam hatırlamayacaktım. Unuttuğum diğer şeylerle birlikte rengi solacak, biçimi günlere benzeyen bir boşluğun içinde solup unutulacaktı. Croydon yerine yukarıya Macclesfield'a doğru da gidebilir, o anıt mezarın başında bir Joy Division şarkısı dinleyebilirdim. Hatta daha da cesaret edersem Pollokshields'e. Adımlarım geçmiş şairlerin adımlarına dolanırken yürüdüğüm yolun bir dansın adımları olmadığını kim söyleyebilirdi? Gece uzuyordu.

"İşaret olarak saklanmış yasemin dalcığı gibi, ..."

Zaman bize bir yanılgı daha yaşatıp geceyi sonlandırdığında aç  ve yorgunduk. Ama yanımda olmandan mutluydum. Henüz başımıza gelecekleri bilmiyorduk. Kilisenin bahçesinde üşüyerek ve bize hiç benzemeyen insanların bizimkine hiç benzemeyen sabahlarını izlerken gecenin bir kısmı da içimizde bir yerde devam ediyordu. Uyuyalım artık dedim. Uyuduk, elimdeki kuş havalandı. Göz kapandı. Yıldız kaydı. Şairin suskunluğu bir köprü gibi taşıdı beni olacaklara.

"...solarken kokusunu bırakan."

Her yıldız er geç kayar, kendi karaltısına.

Greenwich, Londra 2012 /
Lefkoşa 2018  



*: Mehmet Yaşın, Yasemin Dalcığı                                                                                                         

Tuesday, November 13, 2018

Adı

Adı  bir sokak tabelasında yaşıyordu, kendisi hiç gerçekten yaşadı mı emin değilim. Etrafa bakındım, bir iz göremedim. Bir suç işlemek için saat çok erken ya da çok geçti. Ama saatler usul usul geceye doğru uzanıyordu. İçime erken kayan bir kaç yıldız düştü. Düştükleri yerde kayboldular.

Ben çantamdaki kitapları masaya yerleştirirken bana hayatından söz etti, kaçmak istediğinden, kaçamadığından, kendinden. Ses çıkarmadan onu dinledim. Sözleri bittiğinde masadaki kitaplardan birine bakıp 'hiç Dostoyevski okumadım' dedi. Nereden başlayacağını bilmiyormuş. 'Ölüler Evinden Anılar' demek üzereydim ki bu sözcüklerin her birinin, ölümün, evin ve anının onda yaratabileceği ürpertiyi düşünüp sustum. 'Boş ver' dedim, 'başlama. Sağlam bir suç işle ve kendini cezalandır, aynı şey.' Güldü. Başucumuzdaki pencereden içeri yağmurun ilk damlaları giriyordu. Pencereyi kapatmadık, yüzümüz bulutların gölgelerinde iyice kararsın diye bekledik. Kalabalık bir sessizlikti. İki kişilik. Koyu.

Sessizlik şiddetlenen yağmurun içinde işitilmez hale gelince 'benim de sana anlatacaklarım var' dedim. Ona şiirleri nasıl pusula, romanları harita gibi kullandığımdan bahsettim. Gidecek bir yolu olan biri gibi. Bir yabancı gibi. Dikkatle dinledi. Ölü bir kadın için fazlasıyla iyi bir dinleyiciydi. İçimdeki hikayeyi çekip çekip kaleminin mürekkebini doldurduğunu hissettim. Bir kelime. Bir cümle. Bir tane daha. Bir paragraf. Düğümüm çözüldükçe hikayem uzuyordu. Kaybolan yıldızları bulana kadar ilerledi, durdu. Onları bana bıraktı. İyi ki.

Yüzüne dokunursam parmaklarımı kaybedeceğimden korktum. Onun yerine şiir değişmeyi teklif ettim. Bana vereceği şiirin Fransız işi bir şey olacağına emindim. Alegorik, masalsı, bir şey anlatmak yerine bir şey yaşatmaya çalışan. Bense hayatı olmayan bu kadına bir hikaye vermek istiyordum. İngilizler gibi. Nesneler, ölçüler, anılar. Bende ona ait, onda bana ait bir şey olduğunu biliyordum, biliyorduk. Ama ikimiz de varlıklarımızdan olduğumuz yere bağlıydık, değişemez, birbirimizleşemezdik. Eski, unutulmuş bir dilin şarkısı gibi yalnızlığımızı taşımakla yükümlüydük.

Hayret' diyor kadın garson,
'Siz ne zaman gelseniz yağmur yağıyor.'
İçimden: 'Hayır, yağmur benim.' diyorum
Sokaktan bir sürü şemsiye geçiyor.*

dedim

Mavi yaz akşamlarında, özgür, gezeceğim,
Ayaklarımın altında nemli, serin kırlar; 
Başakları devşirip otları ezeceğim,
Yıkayıp arıtacak çıplak başımı rüzgar.

Ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen düş
Ve yüreğimde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,
Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
Doğada, -bir kadınla birlikte gibi mutlu.**

dedi.

Çıkardım içimdeki yıldızlardan birini ona ben verdim. Bir şey söylemeden aldı içine yerleştirdi. Geldiği yoldan gerisin geri yürüyüp başladığı yere döndü. Tek başına. Bir fısıltı kadar hafif bedeniyle ve çıplak ayaklarıyla.
Zahra.


*: Enis Batur, 
**: Arthur Rimbaud

Monday, November 12, 2018

Madrid'de Sonbahar

Belli bir yaşa gelene kadar eleştirmenlerin büyük anlatı dediği şeyi anlatının ve yaşamın tek biçimi sanır hayatı öyle yaşardım. Günler benim için ağır bir romanın her şeyi içine alan sayfalarıydı. Çünkü her şeyin, kendinden daha büyük bir şeye dönüşmek üzere öncesindeki  ve sonrasındaki noktaya sessiz kesintisiz ulandığını sanıyordum. Yanılıyordum, bilmiyordum.

Bu gece de biraz öyle. Bilerek isteyerek bir yanılgıya kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Ama hala daha büyük bir hikayenin gelip her şeyin üstünü örteceğine inandığım için değil. Aksine küçük eylemler yüzünden. Çay fincanını masaya bırakınca çıkan tok ses, masa lambasının cılız ışığı, belli belirsiz üstünde ne yazdığını okuyabildiğim kitap kapakları, ağzımdaki kuru sessizlik yüzünden. Devam edebilirim; pencereden görünen ağaçların kıpırtısızlığı, rüzgarın gizli bir anlam taşıyor gibi usul usul hiç bir şeye dokunmadan esmesi, sokak lambasının boyun eğmiş yaşlı bir şaire benzemesi yüzünden. Ve vesaire.. 

İnsanların adına ayrıntı dediği bu küçük şeylerin aslında o büyük anlatıları bir arada tutan düğüm noktaları olduğunu, tarihin asırlardan değil anlardan oluştuğunu bana öğreten kitap, Madrid'de Sonbahar.  Yazarı tam da kitapta anlattığı parasız, umutsuz, başarısız ama gene de yaşamaya duyduğu arzuyu kaybetmemiş entelektüellere benzeyen Juan Benet.  Hayatının başladığı andan itibaren yaşamı küçük şeylerde aramasında insanı yadırgatacak yanlar var. Örneğin Benet İspanya İç  Savaşı'nın başladığı yıl Madrid'de dünyaya gelmiş. Babası savaşta hayatını kaybedince ailece başka bir şehre sürgün edilmişler. Sürgün edildiği şehirde geçen çocukluk yıllarından sonra henüz savaşın üstünden çok geçmeden Madrid'e ailesi ile birlikte geri dönmüş. Sürgün, savaş ve kayıp baba gibi her birinden tek tek büyük bir anlatı çıkabilecek üç olguyla çevrili yaşamına rağmen kaleme aldığı ilk kitapta ilk gençlik yıllarında Madrid'in ucuz kafelerinde saatlerce tartıştığı aydınları konu edinmiş.  Savaştan önceki Madrid'i değil, Londra'ya kaçıp orada film çekmeyi düşleyen sefil bir arkadaşının umudunu yazmış. Ucuz alkollü partileri ve kısa etekli kadınları.

Kitabın konusunu bir kenara bırakıp ruhunu merak ederseniz tam kapaktaki resim gibi derim. Bir şeyler yaşanmış, tükenmiş belli. Bir şeyler birikmiş. Zaman geçmiş. Ama her şey bir anın etrafında dağılı duruyor. Geçen ve geçmeyen zaman, tükenen ve tüketenler. Okurken insanın bir sigarayı ağır ağır içine çektikten sonra izmaritini saklayası, o izmaritte gizli bir anlam olduğuna inanası geliyor. Tıpkı romandaki karakterler gibi devrim değil, sadece mutlu uyanılmış bir sabah talep ediyorsunuz. 

Neden? Çünkü kitabın yazarı Benet de, konu ettiği sefil aydınlar da zamanın kendisine ve onun kapsadığı ne varsa sırt çevirmişler.  Yeni bir savaşa katılmak istemiyorlar, eskisine inanmıyorlar. Kaybettiklerine özlem duymuyor, kazanacaklarına umut etmiyorlar. Sadece varlar. Kendilerine sorulmadan onlara sunulmuş bir varlığın içinde, üzerilerine eğreti gelen bir ceketi taşır gibi yaşamlarını taşıyarak, sigara ve kahveyi birbirine ulayarak günlerin geçmesini bekliyorlar. Arada bir aralarından gizlice ufuk çizgisine gözlerine kısıp bakan biri çıkmıyor değil, ama  o da orada bir şey görmeyi ummuyor.

Tanıdık geldi mi? Bana gelmişti. Kitabı ilk okuduğumda henüz 16 yaşında ama büyük bir anlatının içindeydim. Fakat benim gözüm de yavaş yavaş ufak şeylere takılmaya başlamıştı. İnsanların yüzündeki çizgilerde inanabileceğim bir şeyler arıyor, bir şarkının son saniyelerinin bir şiirin son dizelerine denk gelmesinde bir anlam olduğuna inanıyordum. Vardı da. Bir adı yoktu. Aşk değildi, kavga değildi, yaşam değildi. Ama bir anlam vardı. Kendi kendini üretiyor, aniden patlayan bir yağmur gibi her yere saçılıyor ve fark edilmek için küçücük anların içine sızıp bekliyordu. İsmini koyamadığım bu küçük anları daha çok gördükçe, bana insanların ve insanlığın tüm dediklerinden daha çok şey söylediklerini fark edince onları kendim gibi benimsedim ve sadece varlığım demeye başladım. Bu dünyadaki varlığım bir avucun sıcaklığı oldu, yarısı içilmiş bir şarap, çok sevilen bir şarkının tekrarı, bir dostun gülümsemesi, bir tren yolculuğu.

Şimdi gecenin yeni bir sabaha doğru uzandığı sırada, kitaplığımda başka bir şeyi ararken yıllardan sonra önüme düşen bu kitap elimde kendime varlığımın tüm o zerrelerine ne olduğunu soruyorum.  Bir araya gelip daha büyük bir şeyin içinde mi eridiler, yoksa dünyaya dağılı bir yerde yeniden keşfedilmeyi mi bekliyorlar? Ya ne kadar var olduysam olayım her şey Madrid'de bir sonbahar kadar kısa, hüzünlü ve geçiciyse? Bu kitap gibi benim hayatım da ellerimden kayıp önüme düşmüş sayılmaz mı?

Kelimelere sığmayan taşan bir hikayeyi nasıl anlatmalı, nasıl okumalı?

Sunday, November 11, 2018

Yaşamlar

Stefan Zweig biyografisi İmkansız Sürgün, Dostoyevski'nin eşinin anı kitabı Bir Yaşam - Anılar, ve bir kere daha Taner Baybars'ın anı kitabı Plucked in a Far - off Land  (Karmi'ye gitmeyeli ne kadar oldu?), Paul Klee'nin Günlükler'i de en az bir kaç okuma daha kaldırır.

Bütün bu yaşamlardan ne çekip çıkarmaya çalışıyorum? Bir adamın hikayesi Petersburg'da soğuk bir yalnızlığın içinde büyüyor, bir diğeri tüm renklerde kimsenin görmediği bir tonu görmüş, öteki dağ çiçeklerini öyle bir koklamış ki hala tütüyor. Her biri birbirinden farklı gene de her biri sanki aynı kişi. Fazlalıkları yontup derindeki malzemeye insana bakmaya çalışıyorum, baktıkça kendimi görmeyi umuyorum.  Belki. Okurken gördüğüm yazarken gördüğümle benzeşmediği için de gözlerimi yumuyorum.

Dostoyevski'nin yaşamını okurken çekici gelen şey o yaşamın salt duyulara değil akla da hitap eden bir yanı Hristiyanlık kültürüyle diğer yanı nihilizmle, tarihselcilikle kısacası akılla dokunup tanımayı mümkün kılan bir yanı olması. Yazar ve okur arasında sezgiyle başlayan bir diyaloğun geçecebileceği en anlamlı duraklardan birisi bu olsa gerek. Öylesine bir insanlık malzemesine rastlamak ki dünyaya ilişkin bildiğinin sınırını aşmak. Aynısına kendi yazdıklarında rastlamak ürpertiyor. Dünyaya ilişkin bilgimin kaynağı gene bensem, dünyada benliğime gereksinim var mı?

Kelimeler buzul bir denizi aşındıran kış güneşi gibi. Muhtemelen Klee bunu iyi çizerdi.