Monday, December 17, 2018

Şiir Okumaları #1 - Tomas Tranströmer, İstasyon

Şair yaklaşmakta olan öznenin, trenin dışında, onun varacağı noktada tek başına. Durduğu noktanın bir istasyon oluşundan onun da oraya bir başka özne tarafından bırakılmış olduğu, aslında saatin kendi ekseninde dönüşü gibi tekrarı kaçınılmaz bir anı deneyimlediği düşünülebilir. Belki anlatmakta/ yaşamakta olduğu anın yalınlığından dolayı beklentisiz ama yalnız kalmayacağından da emin. Tren varacak ve tıpkı onun gibi o noktadan geçmekte olan yolcuları orada bırakıp uzaklaşacak. Böylece şairin rotası da bir tek ona ait bir rota olarak kalmayacak artık. Deneyimlediği ne varsa kendi deneyimi olmaktan sıyrılıp çoğullaşacak, böylece şair de yalnızlığından sıyrılabilecek.

Ama "hiçbir kapı açılmadı; ne inen var, ne binen." Yalınlığından dolayı kendisinden beklentisiz olduğu an, onu yanlışlıyor, trenden kimse inmiyor. Sadece kımıldamayan pencerelerden dışarı bakan bir kalabalık; onun onlara baktığı kesinken, kendisine bakan var mı da belirsiz. Şüphesi bir bakışmaya bile dönüşmüyor. Şimdi bir kere daha yalnız, hem istasyonda, hem deneyiminde. Onun gibi trenin dışında olan tek kişi (muhtemelen bir kondüktör) beklentisinin değil olayların akışını yani trenin gidişini tekerleklere vurarak garantiye aldığı için o da onunla aynı anı paylaşıyor sayılmaz.

İnsanlar trenden inmiyor, istasyondaki sessizlik dağılmıyor. Sadece yalnız olduğunu ve olacağını ona hatırlatan demir bir çınlama. "Yalnızca burada!" Onun durduğu yerde. Dışarıdaki dünya bile o an istasyondan ve onun yaşadığından kopmuş, kimse duymuyor yalnızlığının altını çizen demir çınlamayı. Ve ses büyüyor. Ses büyüyüp uzağında kaldığı ne varsa oraya önce her şeyin yolcuların ve trenin ve şairin ve dünyanın altında durduğu gök yüzüne, sonra onları içine alan mahallenin taşlarını havaya kaldıran bir başka sese bir katedral çanının sesine ve sonra da dünyanın tümüne yayılıyor. 

Tren geçiyor ses durduğunda. Artık tüm dünya bir istasyon, artık şair tüm dünyada yalnız. Sadece biliyor ve diliyor herkesin bu anı hatırlamasını. "Devam edin!" gidin, zaten aranızda olmayanı yalnız bırakıp o istasyonda, sadece hatırlayın bir tek o değil, hepimiz bir ara, bir arada yalnızdık orada.

Wednesday, December 12, 2018

Kış Yolculuğu


Yolların kısa olduğu bir ülkede kış da pek bir yere çıkmıyor. Ya soğuk bir sabah, ya gökte fazladan bir kaç bulut, o kadar. Winterreise, yani kış yolculuğu romanları benim roman türü içinde en sevdiğim bir kaç alt türden biri. Adının çağrıştırdığı gibi konusunun doğrudan kışın yapılan bir yolculuk olduğunu düşünmek biraz kolaycılığa kaçabilir. Tema olarak kış yolculuğu romanları yaşamla mücadeleyi, yabancılaşmayı, hayatı onun dışında kalarak, izleyerek  de deneyimlemeyi, yalnızlığı en net anlatan romanlar. Üşüyen bir ağacın değil, ama ağaçtan kopan yaprağın aklıyla yazıldıkları söylenebilir; bir rüzgarın yörüngesinde savruk, kökünden uzak / köksüz, hayatın neresine doğru savrulduğunu belki ancak bir sezgiyle bilenlerin romanları.

Kendi kışlarımı düşünüyorum; uzak bir ülkedeki uzun, yıkıcı olanları. Çocukluğumun sonsuzluğa doğru uzayan gecelerini, bitmeyen bir yazın içinden geçermiş gibi yaşadığım ilk gençliğimde belli belirsiz bana yaşamın başka, daha soğuk bir yüzü olduğunu da hissettiren mevsimi. Elimin altındaki romanların bir tür yaşama bilgisi sunduğunun farkında değildim. Hayatın içine doğru yürümek istediğimde yanıma aldığım daha çok şiir kitaplarıydı. Şimdi ise geriye dönüp baktığımda soğuğun tıpkı bir romandaki konu örgüsü gibi herkesi, her şeyi birbirine bağladığını seziyorum. 

Kış sessiz bir anlaşma gibi sokaktaki uluyan hayvanların sesi ile havada buharlaşan nefesim arasında bir ortaklık kuruyor, yoldaki pus uzaklara ve yabancılığa alışkın, meftun olan benliğimi bir kere daha yola çıkması için tahrik ediyor ve ben üşüyen ellerimi hayattaki tüm varlığımla birlikte ceplerimde saklıyorum. Evet, edebiyatla kış arasındaki benzerlik bu: İkisinde de insan karşı koyamayacağı bir etki gizli. Birinde bir ağacın dallarını titretirken onu izleyenin saçlarını okşayan sessiz bir rüzgar, diğerinde bir sayfada ilerlerken okuyanın içine doğru ilerleyen bir insanlık durumu.  Dokunulmadık, işlenmedik köşelerinde yaşamın kendinden daha büyük olduğunu algılayan insan. Yaşamadığı bir hikayenin cümlesindeki bir özne, uzamadığı bir dalın ucundaki yaprak kesiği. 

Ama  yolların kısa olduğu bir ülkede kış da pek bir yere çıkmıyor. Tanıdık yüzler, bildik yollar, eski bir ürpertinin ziyareti. Öyle olunca da edebiyat varlığın yükünü tek başına -bir kez daha- üstleniyor. Kitaplardan kurulu haritalar, cümlelerle çizili rotalar. Soğuğun hakkını vermenin tek çaresi oluyor sayfalarda bir ürpertiyi aramak. Arayış yolculuk, arayan yolcu oluyor.  Karanlık çöktüğünde sayfalar ağarmaya başlıyor ve nefesim sayfanın diğer yamacındaki bir ülkede buharlaşıp uçuyor uzak ülkenin üzerinden

Saturday, December 8, 2018

Gogol'ün Burnu, Gerçeğin Dışı


"Ama en çok şaştığım, en çok akıl erdiremediğim başka bir nokta da, yazarların bu türlü konuları alıp işlemeye kalkmaları. İnanın bana, bu açıklanamaz. Akıl erdiremiyorum. Önce, ülkenin bundan hiçbir yararı yok; sonra… Yararı gene yok. Ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum… Ama ne derseniz deyin, bazı noktalar… Öyle ya, hangi işin bir şaşırtıcı yönü yok! Gene de insan, biraz düşününce bu öyküde bir şeyler bulmuyor mu? Ne derlerse desinler, yeryüzünde bu türlü olaylar oluyor; binde bir, ama oluyor!.."

Yukarıdaki alıntı Gogol'ün binde bir değil, milyonda bir dahi gerçekleşemeyecek gerçeküstü (dışı?) bir olayı anlattığı Burun adlı öyküsünden. Çoğunlukla Gogol'ün kendisini Gogol yapan Hristiyanlık öncesi dönemine ait en karakteristik ve başarılı öyküsü olarak değerlendirilen öykü bu sözlerle bitiyor. "Önce, ülkenin bundan (yazarların gerçekleşmeyecek bir konuyu işlemesinden -B.U.) hiçbir yararı yok" cümlesinde katı, ağır bir ironi mi gizli, yoksa Gogol yaptığı işin faydasızlığına rağmen bu işi yapmaya devam edeceğini mi ilan ediyor, bugün hala belirsiz ve tartışma konusu. 

Kendi adıma önce tüm öykülerinde kendini sinik bir yıkıcılıkla içinde bulunduğu devasa toplumun, Rus toplumunun tüm sosyal, idari yapısını alaya alan ardından da yıktığı tabuların yerine bir şey koyamayınca biçare bir adanmışlık duygusuyla kendini dine adayan bu büyük yazarın hiç bir şeyi sırf haz duyuyor diye keyfi bir şekilde yaptığına inanmıyorum. 

Bunun akıl yürütmeyle, denklemlerle açıklanabilecek yanları da var ama benim öncelikli nedenim öykünün bende yarattığı sarsıntının kendisi. Gene de bir sanat eserine kendini açarken bir buluşma yaşamayan, bu yüzden de kendi aklını ve aklının sınırlarını bir köşeye çıkarıp koyamayan kişileri tatmin etmek için önce aklın bu yürüyüşünü aradan çıkartıyorum:

Günlük yaşam belirli bir simgeler düzeni barındırır. Her simge belli bir neden sonuç ilişkisi nedeniyle meydana gelse bile, belli bir süreden fazla güncelliğini korumuş simgeler kullanıldıkça anlam aşınmasına uğrar ve yeni anlamlara bürünür. Simgeyle birlikte simgeyi içinde barındıran simgeler sistemi de aynı dönüşüme uğradığı için sistemin hiyerarşik yapısında, ya da işleyiş biçiminde aynı aşınmaya rastlanmaz. Örneğin ben, Lefkoşa'da yaşayan bir Kıbrıslı olarak Mağusa'daki bir kültür sanat etkinliği için oradaki bir kiliseyi ziyaret edecek olmamı yadırgamam. Çünkü alıştığım simgeler düzeninde kilise sadece ibadet edilen bir yer değil, aynı zamanda göç etmek zorunda bırakılan insanlardan geriye kalan ve çoğunlukla kültür sanat lokali olarak kullanılan bir mekandır. Bu nedenle aklıma ya etkinliğe çan sesi karışırsa, ya da orada ibadet edenlerle etkinliğe katılanlar  keşmekeş  yaşarsa gibi bir soru gelmez. 

Aynı şekilde gerçeküstücü bir sanat eseri de kendi simgeler düzeninin kendi içinde barındırır. Ama unutulmaması gereken en net nokta eserin simgeler düzeninin gerçek hayatın bir alegorisi olduğu, onun günlük yaşamdaki sarsılmaz yapısını bozarak  yeni kavrayış biçimlerine giden yolu araladığıdır. Bu nedenle eşeğin Hristiyanlık'ya kutsal bir yeri olduğunu, piyanonun da dadacı simgelerden biri olduğunu bilen biri Luis Bunuel'in Un Chien Andalou'sunu izlerken aslında izlemekte olduğu şeyin bir din eleştirisi olduğunu algılayıp hem sanatsal bir haz duyabilir, hem de eleştirilmez görünen din kurumunu eleştirerek yeni bir düşünceye zihninde yer açabilir. Aynı simgenin daha sonra bir Chagall resminde, bir Beckett kitabında görünmesi de zihnindeki bu yeni simgeler düzeninin haritasının gündelik hayatındakine eş bir genişlikte yer almasını sağlar. 

Bu yüzden  içinde gerçekten bir anlamı barındıran sürrealist resim, edebiyat, sinema eserleri ancak hem sanatçının, hem de eseri tüketenin günlük hayatın simgelerine gerçekten vakıf olduğu eserlerdir denilebilir. Aksi sadece kulağa işitsel, göze görsel olarak hoş gelen bir takım sayıklamaları not etmekten ibaret olabilir ki bunun da kendi içinde bir güzelliği değeri olabilir ama bunu gerçekleştiren eser sahibinin gerçeğin yeni bir yorumuna sahip olduğu iddiası fazlasıyla boş ve gülünç kalır.

Gogol'a dönersek; Burun öyküsü gerçeküstü bir üslupla yazılmış ve bu nedenle de alabildiğine gerçekçi bir öykü. Sadece gerçek simgeler sisteminin fotoğrafını çekmekle kalmıyor, orada ufak bir neşter darbesiyle yeni bir hiyerarşi yaratıyor. Sadece bir vücut uzvunu yerinden ederek insanın tüm gerçeklikle olan ilişkisinin yerle bir olmasına neden oluyor. Gerçeğe böyle bir müdahale salt içi boş bir mizahla açıklanabilir mi? Ben bu öyküyü ilk okuduğumda başımı kitaptan kaldırınca burnumu hala orada olup olmadığını görmek için yoklamış ardından da yerinde olduğunu görünce çevremdeki dünyanın hala yerinde olup olmadığını kontrol etmek için çevreme bakmıştım. Bana bu baş dönmesini yaşatan metin sadece bir kalem oyunu muydu?

Dünya'nın evet alışıldık bir görünüşü var doğru, ancak ona alışamayanlar ve başka şekillerde görenler de var. Onlar olduğu sürece başını kitaptan kaldırınca dünyanın yerinde durup durmadığını kontrol edenler de olacak, gerçeğin gerçeğin dışına uzanan ucuna tutunup başka bir yere savrulanlar da. Kopup dışına savruldukça,  uzaklaşıp yalnızlaştıkça anlaşılıyor dünya

P.S: Gogol'ün öyküsünün tamamını okumak isteyenler "buraya" bakabilir.

Wednesday, December 5, 2018

Peter Laugesen - Şiirin Çağırdığı Yer

Bugünlerde Danimarkalı şair Peter Laugesen'in seçme şiirleri elimin altında, baş ucumda, yanı başımda. Nedenini ben de bilmiyorum, sadece tahminlerim var. Belki benimki gibi, düz çizgide değil, sarmal, köşeli, kendi içinde dallanıp budaklanan bir hikayesi olan hayatların, insanı eninde sonunda tek bir sesi olmayan, doğru yerde durmak yerine şiirin ve var olmanın biçimleri arasında oradan oraya savrulan ama doğru biçimde savrulan şairlere muhtaç kılmasındandır. Laugesen bir dada şairi. Ama aynı zamanda haiku yazarı. Aynı zamanda sembolist. Aynı zamanda anlatımcı. Laugesen sadece şiirden ibaret bir adam. Kopenhag doğumlu ama doğadan başka bir şeye tahammül edemediği için ailesiyle birlikte onyıllar boyunca Danimarka'da bir dağ ormanın yamacındaki ufak bir kasabaya kendini kapatan bir modern zaman keşişi. Kelimeler bir şekilde onu daha küçüklüğünde yakalamış. Henüz bir şair olduğunun farkında olmadan sürekli yazı yazdığı için uzun süre gazeteci olacağını sanmış. Ardından beat kuşağıyla tanışma ve kendi deyimiyle "explosion." Şiirlerin yapısındaki jazz ritmi, sözcüklerin ifade gücü kendisini vurmuş ve ilk şiirlerini bu dilde yazmaya başlamış. Ardından dadacılarla tanışma ve sözlerin sessel olanaklarına yaslanmak, bir nevi müziksel bir şiire sıçrama, ya da şiiri müzikleştirme deneyimi. Eli biraz olsun kalem tutmuş olanlar bir insanın yazdıkları aracılığıyla böyle farklı ifade biçimlerine savrulmasının bir insanın yaşadığı kenti, siyasal görüşünü, işini, sevgilisini değiştirmesinden daha yoğun bir değişim olacağını Laugesen'in biçimler arasında savrulurken aslında farklı farklı hayatları deneyimlediğini anlayacaktır. 

                                

Durum buyken ben Laugesen şiiri okumanın, sadece şiirlerin kendi görsel içerikleri yüzünden değil, şiirinin macerasından dolayı bir hikayeyi "izleme" neredeyse filmleştirme hazzı yaşattığını da ileri sürebilirim. Gördüğü dünyayı resmetmek yerine tuvalin içindeki çizginin kendi macerasını resmeden, yani sanatsal alanı içindeki devinimleri anlatıcılığını üstlenerek bütün dünyaya sırt çeviren ama bu sayede / bundan dolayı da kendisi bir başka yeni bir dünya olan ressamlar gibi Peter Laugesen de bir ucu haikulara, bir ucu beatlere bir uçu sadece kendine, hatta kendisinin bile isimlendiremediği gölgede kalmış muğlak yanlarına uzanan derin bir şiir kuruyor, amacı bir şiir kurmak olmadan. Amacı bir şiir kurmak değil çünkü ortada bir çalışma değil, bir durum var. Sayfada dünyanın tek renkliliğine, matlığına tahammül edemeyen bir insan var ve tahammülsüzlüğü onu alıp dünya şiirinin içinde oradan oraya savuruyor. Kimi zaman sadece bir sayfaya gelişigüzel saçılmış Latin harfleri, kimi zaman bir sone, kimi zaman da ağdalı bir anlatı çıkıyor ortaya. Bütün bunlar var olma eyleminin ağırlığını taşıyamayan birisiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bize. Okur olarak o ağırlığa ortak olduğumuz noktada, yani elimizi taşın altına koyup, geri çekilip şairin kaçtığı dünya haline uzaklaştığımızda ise kendi varlığımız da aynı savrulmayı yaşayıp şiirin serüvenine ortak oluyor. 

                                                                      *

Kendi okurluk serüvenimin başlangıcı aşağı yukarı adımı öğrendiğim yıllara denk gelir. Bugüne kadar da tuhaf bir şekilde hayatımın tam aksine kendi içinde tutarlı oldu ve geçtiği merhale ne olursa olsun anlamlı bir yerden geçti (bu da sanırım en anlam verdiğim başarım). Bugün ise dünyayla aramdaki mesafeyi açarken Laugesen gibi tutarsızlığı içinde tutarlı olan birini okumanın ağzımda bıraktığı buruk tadı geçtiğim tüm yolların, tanıdığım tüm insanların, yaşadığım tüm yaşamların ortak tadına benzettiğimi, bana benliğimin ayrı ayrı duran parçalarından yaptığı bir resmi gösterdiğini söyleyebilirim. Hatta belki de beni, ben artık olmaz derken yeni bir şiirin içine doğru yavaş yavaş bıraktığını da.   



Monday, December 3, 2018

Loş


Tenini yakan denizin tuzu mu, zamanın akışı mı bilemedi. Yürürken bedeninde kendi varlığından başka bir şeyler daha taşıyordu. Ne olduklarını bilmeden.  Aniden yükselen bir dalga belinin üstüne kadar vurdu, geri çekilmekte biraz tereddüt etti. Ya da zaman giderek daha yavaş geçiyor, duraksıyordu. Ölümsüzlüğe doğru bir nefes. Deniz kokulu. Dalgalı. Uzak. Engin.  Denizin öte ucunda, çok uzak bir sahilde bir başkasının suya doğru yürüyüp yürümediğini merak etti. 

*

Deniz düşünde adamın kendini rüzgara bırakıp içine yuvarlandığını gördü. Derinlerinde yükselen su bitkileri çiçek açtılar. Çiçeklerden biri ağzını bir yatak gibi açtı. Adam varlığında taşıdığı ne varsa onların ağırlığıyla süzüldü aşağı doğru. Derinde dalga yoktu. Nefes de. Sadece loş bir ışık. Çiçeğin ağzına doğru süzüldü, açık olan yapraklardan birinin üstüne boylu boyunca yattı. Diğer yaprak yavaşça üzerine doğru kapandı. Deniz uyandığı zaman düş uzak bir sahilde ona doğru yürüyen bir başkasının aklında devam ediyordu. Dalgalar onu alıp ufka doğru taşıdı.


*

Yumduğu gözlerini açtığında hala aynı kalabalığın içindeydiler. Bıkkınlıkla yanındakine gülümsedi, 'gitmek istiyorum' dedi, 'uzağa gitmek.'