Yolların kısa olduğu bir ülkede kış da pek bir yere çıkmıyor. Ya soğuk bir sabah, ya gökte fazladan bir kaç bulut, o kadar. Winterreise, yani kış yolculuğu romanları benim roman türü içinde en sevdiğim bir kaç alt türden biri. Adının çağrıştırdığı gibi konusunun doğrudan kışın yapılan bir yolculuk olduğunu düşünmek biraz kolaycılığa kaçabilir. Tema olarak kış yolculuğu romanları yaşamla mücadeleyi, yabancılaşmayı, hayatı onun dışında kalarak, izleyerek de deneyimlemeyi, yalnızlığı en net anlatan romanlar. Üşüyen bir ağacın değil, ama ağaçtan kopan yaprağın aklıyla yazıldıkları söylenebilir; bir rüzgarın yörüngesinde savruk, kökünden uzak / köksüz, hayatın neresine doğru savrulduğunu belki ancak bir sezgiyle bilenlerin romanları.
Kendi kışlarımı düşünüyorum; uzak bir ülkedeki uzun, yıkıcı olanları. Çocukluğumun sonsuzluğa doğru uzayan gecelerini, bitmeyen bir yazın içinden geçermiş gibi yaşadığım ilk gençliğimde belli belirsiz bana yaşamın başka, daha soğuk bir yüzü olduğunu da hissettiren mevsimi. Elimin altındaki romanların bir tür yaşama bilgisi sunduğunun farkında değildim. Hayatın içine doğru yürümek istediğimde yanıma aldığım daha çok şiir kitaplarıydı. Şimdi ise geriye dönüp baktığımda soğuğun tıpkı bir romandaki konu örgüsü gibi herkesi, her şeyi birbirine bağladığını seziyorum.
Kış sessiz bir anlaşma gibi sokaktaki uluyan hayvanların sesi ile havada buharlaşan nefesim arasında bir ortaklık kuruyor, yoldaki pus uzaklara ve yabancılığa alışkın, meftun olan benliğimi bir kere daha yola çıkması için tahrik ediyor ve ben üşüyen ellerimi hayattaki tüm varlığımla birlikte ceplerimde saklıyorum. Evet, edebiyatla kış arasındaki benzerlik bu: İkisinde de insan karşı koyamayacağı bir etki gizli. Birinde bir ağacın dallarını titretirken onu izleyenin saçlarını okşayan sessiz bir rüzgar, diğerinde bir sayfada ilerlerken okuyanın içine doğru ilerleyen bir insanlık durumu. Dokunulmadık, işlenmedik köşelerinde yaşamın kendinden daha büyük olduğunu algılayan insan. Yaşamadığı bir hikayenin cümlesindeki bir özne, uzamadığı bir dalın ucundaki yaprak kesiği.
Ama yolların kısa olduğu bir ülkede kış da pek bir yere çıkmıyor. Tanıdık yüzler, bildik yollar, eski bir ürpertinin ziyareti. Öyle olunca da edebiyat varlığın yükünü tek başına -bir kez daha- üstleniyor. Kitaplardan kurulu haritalar, cümlelerle çizili rotalar. Soğuğun hakkını vermenin tek çaresi oluyor sayfalarda bir ürpertiyi aramak. Arayış yolculuk, arayan yolcu oluyor. Karanlık çöktüğünde sayfalar ağarmaya başlıyor ve nefesim sayfanın diğer yamacındaki bir ülkede buharlaşıp uçuyor uzak ülkenin üzerinden.
No comments:
Post a Comment