Belli bir yaşa gelene kadar eleştirmenlerin büyük anlatı dediği şeyi anlatının ve yaşamın tek biçimi sanır hayatı öyle yaşardım. Günler benim için ağır bir romanın her şeyi içine alan sayfalarıydı. Çünkü her şeyin, kendinden daha büyük bir şeye dönüşmek üzere öncesindeki ve sonrasındaki noktaya sessiz kesintisiz ulandığını sanıyordum. Yanılıyordum, bilmiyordum.
Bu gece de biraz öyle. Bilerek isteyerek bir yanılgıya kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Ama hala daha büyük bir hikayenin gelip her şeyin üstünü örteceğine inandığım için değil. Aksine küçük eylemler yüzünden. Çay fincanını masaya bırakınca çıkan tok ses, masa lambasının cılız ışığı, belli belirsiz üstünde ne yazdığını okuyabildiğim kitap kapakları, ağzımdaki kuru sessizlik yüzünden. Devam edebilirim; pencereden görünen ağaçların kıpırtısızlığı, rüzgarın gizli bir anlam taşıyor gibi usul usul hiç bir şeye dokunmadan esmesi, sokak lambasının boyun eğmiş yaşlı bir şaire benzemesi yüzünden. Ve vesaire..
İnsanların adına ayrıntı dediği bu küçük şeylerin aslında o büyük anlatıları bir arada tutan düğüm noktaları olduğunu, tarihin asırlardan değil anlardan oluştuğunu bana öğreten kitap, Madrid'de Sonbahar. Yazarı tam da kitapta anlattığı parasız, umutsuz, başarısız ama gene de yaşamaya duyduğu arzuyu kaybetmemiş entelektüellere benzeyen Juan Benet. Hayatının başladığı andan itibaren yaşamı küçük şeylerde aramasında insanı yadırgatacak yanlar var. Örneğin Benet İspanya İç Savaşı'nın başladığı yıl Madrid'de dünyaya gelmiş. Babası savaşta hayatını kaybedince ailece başka bir şehre sürgün edilmişler. Sürgün edildiği şehirde geçen çocukluk yıllarından sonra henüz savaşın üstünden çok geçmeden Madrid'e ailesi ile birlikte geri dönmüş. Sürgün, savaş ve kayıp baba gibi her birinden tek tek büyük bir anlatı çıkabilecek üç olguyla çevrili yaşamına rağmen kaleme aldığı ilk kitapta ilk gençlik yıllarında Madrid'in ucuz kafelerinde saatlerce tartıştığı aydınları konu edinmiş. Savaştan önceki Madrid'i değil, Londra'ya kaçıp orada film çekmeyi düşleyen sefil bir arkadaşının umudunu yazmış. Ucuz alkollü partileri ve kısa etekli kadınları.
Kitabın konusunu bir kenara bırakıp ruhunu merak ederseniz tam kapaktaki resim gibi derim. Bir şeyler yaşanmış, tükenmiş belli. Bir şeyler birikmiş. Zaman geçmiş. Ama her şey bir anın etrafında dağılı duruyor. Geçen ve geçmeyen zaman, tükenen ve tüketenler. Okurken insanın bir sigarayı ağır ağır içine çektikten sonra izmaritini saklayası, o izmaritte gizli bir anlam olduğuna inanası geliyor. Tıpkı romandaki karakterler gibi devrim değil, sadece mutlu uyanılmış bir sabah talep ediyorsunuz.
Neden? Çünkü kitabın yazarı Benet de, konu ettiği sefil aydınlar da zamanın kendisine ve onun kapsadığı ne varsa sırt çevirmişler. Yeni bir savaşa katılmak istemiyorlar, eskisine inanmıyorlar. Kaybettiklerine özlem duymuyor, kazanacaklarına umut etmiyorlar. Sadece varlar. Kendilerine sorulmadan onlara sunulmuş bir varlığın içinde, üzerilerine eğreti gelen bir ceketi taşır gibi yaşamlarını taşıyarak, sigara ve kahveyi birbirine ulayarak günlerin geçmesini bekliyorlar. Arada bir aralarından gizlice ufuk çizgisine gözlerine kısıp bakan biri çıkmıyor değil, ama o da orada bir şey görmeyi ummuyor.
Tanıdık geldi mi? Bana gelmişti. Kitabı ilk okuduğumda henüz 16 yaşında ama büyük bir anlatının içindeydim. Fakat benim gözüm de yavaş yavaş ufak şeylere takılmaya başlamıştı. İnsanların yüzündeki çizgilerde inanabileceğim bir şeyler arıyor, bir şarkının son saniyelerinin bir şiirin son dizelerine denk gelmesinde bir anlam olduğuna inanıyordum. Vardı da. Bir adı yoktu. Aşk değildi, kavga değildi, yaşam değildi. Ama bir anlam vardı. Kendi kendini üretiyor, aniden patlayan bir yağmur gibi her yere saçılıyor ve fark edilmek için küçücük anların içine sızıp bekliyordu. İsmini koyamadığım bu küçük anları daha çok gördükçe, bana insanların ve insanlığın tüm dediklerinden daha çok şey söylediklerini fark edince onları kendim gibi benimsedim ve sadece varlığım demeye başladım. Bu dünyadaki varlığım bir avucun sıcaklığı oldu, yarısı içilmiş bir şarap, çok sevilen bir şarkının tekrarı, bir dostun gülümsemesi, bir tren yolculuğu.
Şimdi gecenin yeni bir sabaha doğru uzandığı sırada, kitaplığımda başka bir şeyi ararken yıllardan sonra önüme düşen bu kitap elimde kendime varlığımın tüm o zerrelerine ne olduğunu soruyorum. Bir araya gelip daha büyük bir şeyin içinde mi eridiler, yoksa dünyaya dağılı bir yerde yeniden keşfedilmeyi mi bekliyorlar? Ya ne kadar var olduysam olayım her şey Madrid'de bir sonbahar kadar kısa, hüzünlü ve geçiciyse? Bu kitap gibi benim hayatım da ellerimden kayıp önüme düşmüş sayılmaz mı?
Kelimelere sığmayan taşan bir hikayeyi nasıl anlatmalı, nasıl okumalı?
Kelimelere sığmayan taşan bir hikayeyi nasıl anlatmalı, nasıl okumalı?
No comments:
Post a Comment