Bugünlerde Danimarkalı şair Peter Laugesen'in seçme şiirleri elimin altında, baş ucumda, yanı başımda. Nedenini ben de bilmiyorum, sadece tahminlerim var. Belki benimki gibi, düz çizgide değil, sarmal, köşeli, kendi içinde dallanıp budaklanan bir hikayesi olan hayatların, insanı eninde sonunda tek bir sesi olmayan, doğru yerde durmak yerine şiirin ve var olmanın biçimleri arasında oradan oraya savrulan ama doğru biçimde savrulan şairlere muhtaç kılmasındandır. Laugesen bir dada şairi. Ama aynı zamanda haiku yazarı. Aynı zamanda sembolist. Aynı zamanda anlatımcı. Laugesen sadece şiirden ibaret bir adam. Kopenhag doğumlu ama doğadan başka bir şeye tahammül edemediği için ailesiyle birlikte onyıllar boyunca Danimarka'da bir dağ ormanın yamacındaki ufak bir kasabaya kendini kapatan bir modern zaman keşişi. Kelimeler bir şekilde onu daha küçüklüğünde yakalamış. Henüz bir şair olduğunun farkında olmadan sürekli yazı yazdığı için uzun süre gazeteci olacağını sanmış. Ardından beat kuşağıyla tanışma ve kendi deyimiyle "explosion." Şiirlerin yapısındaki jazz ritmi, sözcüklerin ifade gücü kendisini vurmuş ve ilk şiirlerini bu dilde yazmaya başlamış. Ardından dadacılarla tanışma ve sözlerin sessel olanaklarına yaslanmak, bir nevi müziksel bir şiire sıçrama, ya da şiiri müzikleştirme deneyimi. Eli biraz olsun kalem tutmuş olanlar bir insanın yazdıkları aracılığıyla böyle farklı ifade biçimlerine savrulmasının bir insanın yaşadığı kenti, siyasal görüşünü, işini, sevgilisini değiştirmesinden daha yoğun bir değişim olacağını Laugesen'in biçimler arasında savrulurken aslında farklı farklı hayatları deneyimlediğini anlayacaktır.
Durum buyken ben Laugesen şiiri okumanın, sadece şiirlerin kendi görsel içerikleri yüzünden değil, şiirinin macerasından dolayı bir hikayeyi "izleme" neredeyse filmleştirme hazzı yaşattığını da ileri sürebilirim. Gördüğü dünyayı resmetmek yerine tuvalin içindeki çizginin kendi macerasını resmeden, yani sanatsal alanı içindeki devinimleri anlatıcılığını üstlenerek bütün dünyaya sırt çeviren ama bu sayede / bundan dolayı da kendisi bir başka yeni bir dünya olan ressamlar gibi Peter Laugesen de bir ucu haikulara, bir ucu beatlere bir uçu sadece kendine, hatta kendisinin bile isimlendiremediği gölgede kalmış muğlak yanlarına uzanan derin bir şiir kuruyor, amacı bir şiir kurmak olmadan. Amacı bir şiir kurmak değil çünkü ortada bir çalışma değil, bir durum var. Sayfada dünyanın tek renkliliğine, matlığına tahammül edemeyen bir insan var ve tahammülsüzlüğü onu alıp dünya şiirinin içinde oradan oraya savuruyor. Kimi zaman sadece bir sayfaya gelişigüzel saçılmış Latin harfleri, kimi zaman bir sone, kimi zaman da ağdalı bir anlatı çıkıyor ortaya. Bütün bunlar var olma eyleminin ağırlığını taşıyamayan birisiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bize. Okur olarak o ağırlığa ortak olduğumuz noktada, yani elimizi taşın altına koyup, geri çekilip şairin kaçtığı dünya haline uzaklaştığımızda ise kendi varlığımız da aynı savrulmayı yaşayıp şiirin serüvenine ortak oluyor.
*
Kendi okurluk serüvenimin başlangıcı aşağı yukarı adımı öğrendiğim yıllara denk gelir. Bugüne kadar da tuhaf bir şekilde hayatımın tam aksine kendi içinde tutarlı oldu ve geçtiği merhale ne olursa olsun anlamlı bir yerden geçti (bu da sanırım en anlam verdiğim başarım). Bugün ise dünyayla aramdaki mesafeyi açarken Laugesen gibi tutarsızlığı içinde tutarlı olan birini okumanın ağzımda bıraktığı buruk tadı geçtiğim tüm yolların, tanıdığım tüm insanların, yaşadığım tüm yaşamların ortak tadına benzettiğimi, bana benliğimin ayrı ayrı duran parçalarından yaptığı bir resmi gösterdiğini söyleyebilirim. Hatta belki de beni, ben artık olmaz derken yeni bir şiirin içine doğru yavaş yavaş bıraktığını da.
No comments:
Post a Comment