Tuesday, November 13, 2018

Adı

Adı  bir sokak tabelasında yaşıyordu, kendisi hiç gerçekten yaşadı mı emin değilim. Etrafa bakındım, bir iz göremedim. Bir suç işlemek için saat çok erken ya da çok geçti. Ama saatler usul usul geceye doğru uzanıyordu. İçime erken kayan bir kaç yıldız düştü. Düştükleri yerde kayboldular.

Ben çantamdaki kitapları masaya yerleştirirken bana hayatından söz etti, kaçmak istediğinden, kaçamadığından, kendinden. Ses çıkarmadan onu dinledim. Sözleri bittiğinde masadaki kitaplardan birine bakıp 'hiç Dostoyevski okumadım' dedi. Nereden başlayacağını bilmiyormuş. 'Ölüler Evinden Anılar' demek üzereydim ki bu sözcüklerin her birinin, ölümün, evin ve anının onda yaratabileceği ürpertiyi düşünüp sustum. 'Boş ver' dedim, 'başlama. Sağlam bir suç işle ve kendini cezalandır, aynı şey.' Güldü. Başucumuzdaki pencereden içeri yağmurun ilk damlaları giriyordu. Pencereyi kapatmadık, yüzümüz bulutların gölgelerinde iyice kararsın diye bekledik. Kalabalık bir sessizlikti. İki kişilik. Koyu.

Sessizlik şiddetlenen yağmurun içinde işitilmez hale gelince 'benim de sana anlatacaklarım var' dedim. Ona şiirleri nasıl pusula, romanları harita gibi kullandığımdan bahsettim. Gidecek bir yolu olan biri gibi. Bir yabancı gibi. Dikkatle dinledi. Ölü bir kadın için fazlasıyla iyi bir dinleyiciydi. İçimdeki hikayeyi çekip çekip kaleminin mürekkebini doldurduğunu hissettim. Bir kelime. Bir cümle. Bir tane daha. Bir paragraf. Düğümüm çözüldükçe hikayem uzuyordu. Kaybolan yıldızları bulana kadar ilerledi, durdu. Onları bana bıraktı. İyi ki.

Yüzüne dokunursam parmaklarımı kaybedeceğimden korktum. Onun yerine şiir değişmeyi teklif ettim. Bana vereceği şiirin Fransız işi bir şey olacağına emindim. Alegorik, masalsı, bir şey anlatmak yerine bir şey yaşatmaya çalışan. Bense hayatı olmayan bu kadına bir hikaye vermek istiyordum. İngilizler gibi. Nesneler, ölçüler, anılar. Bende ona ait, onda bana ait bir şey olduğunu biliyordum, biliyorduk. Ama ikimiz de varlıklarımızdan olduğumuz yere bağlıydık, değişemez, birbirimizleşemezdik. Eski, unutulmuş bir dilin şarkısı gibi yalnızlığımızı taşımakla yükümlüydük.

Hayret' diyor kadın garson,
'Siz ne zaman gelseniz yağmur yağıyor.'
İçimden: 'Hayır, yağmur benim.' diyorum
Sokaktan bir sürü şemsiye geçiyor.*

dedim

Mavi yaz akşamlarında, özgür, gezeceğim,
Ayaklarımın altında nemli, serin kırlar; 
Başakları devşirip otları ezeceğim,
Yıkayıp arıtacak çıplak başımı rüzgar.

Ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen düş
Ve yüreğimde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,
Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
Doğada, -bir kadınla birlikte gibi mutlu.**

dedi.

Çıkardım içimdeki yıldızlardan birini ona ben verdim. Bir şey söylemeden aldı içine yerleştirdi. Geldiği yoldan gerisin geri yürüyüp başladığı yere döndü. Tek başına. Bir fısıltı kadar hafif bedeniyle ve çıplak ayaklarıyla.
Zahra.


*: Enis Batur, 
**: Arthur Rimbaud

No comments:

Post a Comment