Stefan Zweig biyografisi İmkansız Sürgün, Dostoyevski'nin eşinin anı kitabı Bir Yaşam - Anılar, ve bir kere daha Taner Baybars'ın anı kitabı Plucked in a Far - off Land (Karmi'ye gitmeyeli ne kadar oldu?), Paul Klee'nin Günlükler'i de en az bir kaç okuma daha kaldırır.
Bütün bu yaşamlardan ne çekip çıkarmaya çalışıyorum? Bir adamın hikayesi Petersburg'da soğuk bir yalnızlığın içinde büyüyor, bir diğeri tüm renklerde kimsenin görmediği bir tonu görmüş, öteki dağ çiçeklerini öyle bir koklamış ki hala tütüyor. Her biri birbirinden farklı gene de her biri sanki aynı kişi. Fazlalıkları yontup derindeki malzemeye insana bakmaya çalışıyorum, baktıkça kendimi görmeyi umuyorum. Belki. Okurken gördüğüm yazarken gördüğümle benzeşmediği için de gözlerimi yumuyorum.
Dostoyevski'nin yaşamını okurken çekici gelen şey o yaşamın salt duyulara değil akla da hitap eden bir yanı Hristiyanlık kültürüyle diğer yanı nihilizmle, tarihselcilikle kısacası akılla dokunup tanımayı mümkün kılan bir yanı olması. Yazar ve okur arasında sezgiyle başlayan bir diyaloğun geçecebileceği en anlamlı duraklardan birisi bu olsa gerek. Öylesine bir insanlık malzemesine rastlamak ki dünyaya ilişkin bildiğinin sınırını aşmak. Aynısına kendi yazdıklarında rastlamak ürpertiyor. Dünyaya ilişkin bilgimin kaynağı gene bensem, dünyada benliğime gereksinim var mı?
Kelimeler buzul bir denizi aşındıran kış güneşi gibi. Muhtemelen Klee bunu iyi çizerdi.
No comments:
Post a Comment