Friday, November 30, 2018

Kışa Doğru Son


Kışa doğru son geçitten geçerken susup içinden geçtiğim zamanı da işitmeye çabaladım. Uysal bir yağmur, ya da ulusu olmayan bir şair gibi sessiz, ağır, dolu dolu aktı zaman. Halbuki ortada ne bir şiir, ne de  uysal olan bir şey, vardı. Sadece yersizlik, köksüzlük, zamansızlık. 

Geriye döndüğüm, ileriye gittiğim, yerimde saydığım tüm noktaları bir bir durdukları yerden çekip toplayarak çizdiğim çizgiye bir de renk verdim. Görenler günleri geçiriyorum sandı. Benim de elbet tarif edilebilir yaşamlarım vardı İşler, güçler, verilen sözler, gündelik uğraşlar. Ama hiç biri umurumda değildi. Ben anlamların sözcüklerini soyunduğu yerde bir şey saklıyordum. Biliyordum.

İnsanların arasına karışınca onlara onların sesleriyle bir şeyler söyledim. Nezaketle gülümsedim. Faturaları ödedim, gazetelere göz attım, mesajlarına cevap verdim. Ama içimde uzağa doğru koşan siyah  bir atın adımlarıyla uzaklaşan bir şey... "Havalardandır" demiştim, inanmıştın. 

Sonra sayfalar birikmeye başladı. Kirli, gürültülü, sisli, puslu, kusurlu. Dışarıda bir içimiz olduğunun hiç farkında olmadan, olsa çok korkacak insanların yaşamlarıyla çevriliyken kendime nasıl olduysa gizli bir bahçe kurabildim. Geceleri daha kolaydı çünkü geceler yaşama aitti, yaşayanlara değil. Yabani bir kuş bir şarkı söylüyordu, tüm insanlık susuyordu. Bir tek ben işittim, utandım. Başımı sadece benim için anlamlı, sadece benim için açık, sadece benim için gerçek olan, ama anlamlı, açık ve gerçek olan o suyun geldiği yöne doğru çevirdim, çünkü insanların cümlelerinin grameri bile sarsılmıştı içimdeki insanlık sarsılırken. Ben haber bültenlerini değil gece kuşlarını dinledim.

Kendimi kendimi gizlediğim yerde kaybettim.


Friday, November 23, 2018

Rastlantılar


M.'ye

"Görüşmek istiyor ama buluşamazsın."

Sabaha geceden hiçbir şey kalmasın istiyordum ama bıraktığımız iz benden ve silebileceğimden büyüktü. Pencereden görünen Maritime Records'un vitrininde paramın ya da zamanımın sahip olmama izin vermediği 7inçlik plaklara bakarken benim olmayan her şeyden bir şarkı yapıp mırıldanmayı denedim, nefesim yetmedi. Sahilleri, balıkçı kasabalarını ve kış sabahlarını mırıldanırken sustum.

"Korumaya karar verdin onu, yarı okunmuş bir şiir kitabının içinde."

Hava her zamanki gibi yağmurlu, Croydon'dan geçip sahile varan yol her zamanki gibi kısa ama yağmur bu kez tanımadığım bir renkteydi. Tadına bakmayı denemedim, kekliğin ötüşünü dinlemek yetiyordu. Şişenin dibini gördüğümüz sırada yeni bir şiir kitabı açmışım. Fotoğraflamasam hatırlamayacaktım. Unuttuğum diğer şeylerle birlikte rengi solacak, biçimi günlere benzeyen bir boşluğun içinde solup unutulacaktı. Croydon yerine yukarıya Macclesfield'a doğru da gidebilir, o anıt mezarın başında bir Joy Division şarkısı dinleyebilirdim. Hatta daha da cesaret edersem Pollokshields'e. Adımlarım geçmiş şairlerin adımlarına dolanırken yürüdüğüm yolun bir dansın adımları olmadığını kim söyleyebilirdi? Gece uzuyordu.

"İşaret olarak saklanmış yasemin dalcığı gibi, ..."

Zaman bize bir yanılgı daha yaşatıp geceyi sonlandırdığında aç  ve yorgunduk. Ama yanımda olmandan mutluydum. Henüz başımıza gelecekleri bilmiyorduk. Kilisenin bahçesinde üşüyerek ve bize hiç benzemeyen insanların bizimkine hiç benzemeyen sabahlarını izlerken gecenin bir kısmı da içimizde bir yerde devam ediyordu. Uyuyalım artık dedim. Uyuduk, elimdeki kuş havalandı. Göz kapandı. Yıldız kaydı. Şairin suskunluğu bir köprü gibi taşıdı beni olacaklara.

"...solarken kokusunu bırakan."

Her yıldız er geç kayar, kendi karaltısına.

Greenwich, Londra 2012 /
Lefkoşa 2018  



*: Mehmet Yaşın, Yasemin Dalcığı                                                                                                         

Tuesday, November 13, 2018

Adı

Adı  bir sokak tabelasında yaşıyordu, kendisi hiç gerçekten yaşadı mı emin değilim. Etrafa bakındım, bir iz göremedim. Bir suç işlemek için saat çok erken ya da çok geçti. Ama saatler usul usul geceye doğru uzanıyordu. İçime erken kayan bir kaç yıldız düştü. Düştükleri yerde kayboldular.

Ben çantamdaki kitapları masaya yerleştirirken bana hayatından söz etti, kaçmak istediğinden, kaçamadığından, kendinden. Ses çıkarmadan onu dinledim. Sözleri bittiğinde masadaki kitaplardan birine bakıp 'hiç Dostoyevski okumadım' dedi. Nereden başlayacağını bilmiyormuş. 'Ölüler Evinden Anılar' demek üzereydim ki bu sözcüklerin her birinin, ölümün, evin ve anının onda yaratabileceği ürpertiyi düşünüp sustum. 'Boş ver' dedim, 'başlama. Sağlam bir suç işle ve kendini cezalandır, aynı şey.' Güldü. Başucumuzdaki pencereden içeri yağmurun ilk damlaları giriyordu. Pencereyi kapatmadık, yüzümüz bulutların gölgelerinde iyice kararsın diye bekledik. Kalabalık bir sessizlikti. İki kişilik. Koyu.

Sessizlik şiddetlenen yağmurun içinde işitilmez hale gelince 'benim de sana anlatacaklarım var' dedim. Ona şiirleri nasıl pusula, romanları harita gibi kullandığımdan bahsettim. Gidecek bir yolu olan biri gibi. Bir yabancı gibi. Dikkatle dinledi. Ölü bir kadın için fazlasıyla iyi bir dinleyiciydi. İçimdeki hikayeyi çekip çekip kaleminin mürekkebini doldurduğunu hissettim. Bir kelime. Bir cümle. Bir tane daha. Bir paragraf. Düğümüm çözüldükçe hikayem uzuyordu. Kaybolan yıldızları bulana kadar ilerledi, durdu. Onları bana bıraktı. İyi ki.

Yüzüne dokunursam parmaklarımı kaybedeceğimden korktum. Onun yerine şiir değişmeyi teklif ettim. Bana vereceği şiirin Fransız işi bir şey olacağına emindim. Alegorik, masalsı, bir şey anlatmak yerine bir şey yaşatmaya çalışan. Bense hayatı olmayan bu kadına bir hikaye vermek istiyordum. İngilizler gibi. Nesneler, ölçüler, anılar. Bende ona ait, onda bana ait bir şey olduğunu biliyordum, biliyorduk. Ama ikimiz de varlıklarımızdan olduğumuz yere bağlıydık, değişemez, birbirimizleşemezdik. Eski, unutulmuş bir dilin şarkısı gibi yalnızlığımızı taşımakla yükümlüydük.

Hayret' diyor kadın garson,
'Siz ne zaman gelseniz yağmur yağıyor.'
İçimden: 'Hayır, yağmur benim.' diyorum
Sokaktan bir sürü şemsiye geçiyor.*

dedim

Mavi yaz akşamlarında, özgür, gezeceğim,
Ayaklarımın altında nemli, serin kırlar; 
Başakları devşirip otları ezeceğim,
Yıkayıp arıtacak çıplak başımı rüzgar.

Ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen düş
Ve yüreğimde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,
Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
Doğada, -bir kadınla birlikte gibi mutlu.**

dedi.

Çıkardım içimdeki yıldızlardan birini ona ben verdim. Bir şey söylemeden aldı içine yerleştirdi. Geldiği yoldan gerisin geri yürüyüp başladığı yere döndü. Tek başına. Bir fısıltı kadar hafif bedeniyle ve çıplak ayaklarıyla.
Zahra.


*: Enis Batur, 
**: Arthur Rimbaud

Monday, November 12, 2018

Madrid'de Sonbahar

Belli bir yaşa gelene kadar eleştirmenlerin büyük anlatı dediği şeyi anlatının ve yaşamın tek biçimi sanır hayatı öyle yaşardım. Günler benim için ağır bir romanın her şeyi içine alan sayfalarıydı. Çünkü her şeyin, kendinden daha büyük bir şeye dönüşmek üzere öncesindeki  ve sonrasındaki noktaya sessiz kesintisiz ulandığını sanıyordum. Yanılıyordum, bilmiyordum.

Bu gece de biraz öyle. Bilerek isteyerek bir yanılgıya kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Ama hala daha büyük bir hikayenin gelip her şeyin üstünü örteceğine inandığım için değil. Aksine küçük eylemler yüzünden. Çay fincanını masaya bırakınca çıkan tok ses, masa lambasının cılız ışığı, belli belirsiz üstünde ne yazdığını okuyabildiğim kitap kapakları, ağzımdaki kuru sessizlik yüzünden. Devam edebilirim; pencereden görünen ağaçların kıpırtısızlığı, rüzgarın gizli bir anlam taşıyor gibi usul usul hiç bir şeye dokunmadan esmesi, sokak lambasının boyun eğmiş yaşlı bir şaire benzemesi yüzünden. Ve vesaire.. 

İnsanların adına ayrıntı dediği bu küçük şeylerin aslında o büyük anlatıları bir arada tutan düğüm noktaları olduğunu, tarihin asırlardan değil anlardan oluştuğunu bana öğreten kitap, Madrid'de Sonbahar.  Yazarı tam da kitapta anlattığı parasız, umutsuz, başarısız ama gene de yaşamaya duyduğu arzuyu kaybetmemiş entelektüellere benzeyen Juan Benet.  Hayatının başladığı andan itibaren yaşamı küçük şeylerde aramasında insanı yadırgatacak yanlar var. Örneğin Benet İspanya İç  Savaşı'nın başladığı yıl Madrid'de dünyaya gelmiş. Babası savaşta hayatını kaybedince ailece başka bir şehre sürgün edilmişler. Sürgün edildiği şehirde geçen çocukluk yıllarından sonra henüz savaşın üstünden çok geçmeden Madrid'e ailesi ile birlikte geri dönmüş. Sürgün, savaş ve kayıp baba gibi her birinden tek tek büyük bir anlatı çıkabilecek üç olguyla çevrili yaşamına rağmen kaleme aldığı ilk kitapta ilk gençlik yıllarında Madrid'in ucuz kafelerinde saatlerce tartıştığı aydınları konu edinmiş.  Savaştan önceki Madrid'i değil, Londra'ya kaçıp orada film çekmeyi düşleyen sefil bir arkadaşının umudunu yazmış. Ucuz alkollü partileri ve kısa etekli kadınları.

Kitabın konusunu bir kenara bırakıp ruhunu merak ederseniz tam kapaktaki resim gibi derim. Bir şeyler yaşanmış, tükenmiş belli. Bir şeyler birikmiş. Zaman geçmiş. Ama her şey bir anın etrafında dağılı duruyor. Geçen ve geçmeyen zaman, tükenen ve tüketenler. Okurken insanın bir sigarayı ağır ağır içine çektikten sonra izmaritini saklayası, o izmaritte gizli bir anlam olduğuna inanası geliyor. Tıpkı romandaki karakterler gibi devrim değil, sadece mutlu uyanılmış bir sabah talep ediyorsunuz. 

Neden? Çünkü kitabın yazarı Benet de, konu ettiği sefil aydınlar da zamanın kendisine ve onun kapsadığı ne varsa sırt çevirmişler.  Yeni bir savaşa katılmak istemiyorlar, eskisine inanmıyorlar. Kaybettiklerine özlem duymuyor, kazanacaklarına umut etmiyorlar. Sadece varlar. Kendilerine sorulmadan onlara sunulmuş bir varlığın içinde, üzerilerine eğreti gelen bir ceketi taşır gibi yaşamlarını taşıyarak, sigara ve kahveyi birbirine ulayarak günlerin geçmesini bekliyorlar. Arada bir aralarından gizlice ufuk çizgisine gözlerine kısıp bakan biri çıkmıyor değil, ama  o da orada bir şey görmeyi ummuyor.

Tanıdık geldi mi? Bana gelmişti. Kitabı ilk okuduğumda henüz 16 yaşında ama büyük bir anlatının içindeydim. Fakat benim gözüm de yavaş yavaş ufak şeylere takılmaya başlamıştı. İnsanların yüzündeki çizgilerde inanabileceğim bir şeyler arıyor, bir şarkının son saniyelerinin bir şiirin son dizelerine denk gelmesinde bir anlam olduğuna inanıyordum. Vardı da. Bir adı yoktu. Aşk değildi, kavga değildi, yaşam değildi. Ama bir anlam vardı. Kendi kendini üretiyor, aniden patlayan bir yağmur gibi her yere saçılıyor ve fark edilmek için küçücük anların içine sızıp bekliyordu. İsmini koyamadığım bu küçük anları daha çok gördükçe, bana insanların ve insanlığın tüm dediklerinden daha çok şey söylediklerini fark edince onları kendim gibi benimsedim ve sadece varlığım demeye başladım. Bu dünyadaki varlığım bir avucun sıcaklığı oldu, yarısı içilmiş bir şarap, çok sevilen bir şarkının tekrarı, bir dostun gülümsemesi, bir tren yolculuğu.

Şimdi gecenin yeni bir sabaha doğru uzandığı sırada, kitaplığımda başka bir şeyi ararken yıllardan sonra önüme düşen bu kitap elimde kendime varlığımın tüm o zerrelerine ne olduğunu soruyorum.  Bir araya gelip daha büyük bir şeyin içinde mi eridiler, yoksa dünyaya dağılı bir yerde yeniden keşfedilmeyi mi bekliyorlar? Ya ne kadar var olduysam olayım her şey Madrid'de bir sonbahar kadar kısa, hüzünlü ve geçiciyse? Bu kitap gibi benim hayatım da ellerimden kayıp önüme düşmüş sayılmaz mı?

Kelimelere sığmayan taşan bir hikayeyi nasıl anlatmalı, nasıl okumalı?

Sunday, November 11, 2018

Yaşamlar

Stefan Zweig biyografisi İmkansız Sürgün, Dostoyevski'nin eşinin anı kitabı Bir Yaşam - Anılar, ve bir kere daha Taner Baybars'ın anı kitabı Plucked in a Far - off Land  (Karmi'ye gitmeyeli ne kadar oldu?), Paul Klee'nin Günlükler'i de en az bir kaç okuma daha kaldırır.

Bütün bu yaşamlardan ne çekip çıkarmaya çalışıyorum? Bir adamın hikayesi Petersburg'da soğuk bir yalnızlığın içinde büyüyor, bir diğeri tüm renklerde kimsenin görmediği bir tonu görmüş, öteki dağ çiçeklerini öyle bir koklamış ki hala tütüyor. Her biri birbirinden farklı gene de her biri sanki aynı kişi. Fazlalıkları yontup derindeki malzemeye insana bakmaya çalışıyorum, baktıkça kendimi görmeyi umuyorum.  Belki. Okurken gördüğüm yazarken gördüğümle benzeşmediği için de gözlerimi yumuyorum.

Dostoyevski'nin yaşamını okurken çekici gelen şey o yaşamın salt duyulara değil akla da hitap eden bir yanı Hristiyanlık kültürüyle diğer yanı nihilizmle, tarihselcilikle kısacası akılla dokunup tanımayı mümkün kılan bir yanı olması. Yazar ve okur arasında sezgiyle başlayan bir diyaloğun geçecebileceği en anlamlı duraklardan birisi bu olsa gerek. Öylesine bir insanlık malzemesine rastlamak ki dünyaya ilişkin bildiğinin sınırını aşmak. Aynısına kendi yazdıklarında rastlamak ürpertiyor. Dünyaya ilişkin bilgimin kaynağı gene bensem, dünyada benliğime gereksinim var mı?

Kelimeler buzul bir denizi aşındıran kış güneşi gibi. Muhtemelen Klee bunu iyi çizerdi.